Bir Kültürler Buluşması: Ayasofya Gotik mi?
Kültürlerin çeşitliliği, her taşın, her çizginin, her kubbenin ardında saklı anlamları ortaya çıkarır. Bir antropolog olarak, Ayasofya’nın eşi benzeri olmayan mimarisi karşısında her defasında aynı soruya dönerim: Ayasofya Gotik mi? Aslında bu soru, yalnızca bir mimari sınıflandırma çabası değildir. Bu, kültürlerin birbirine dokunduğu, inançların iç içe geçtiği ve kimliklerin taşla şekillendiği bir dünyayı anlamaya çalışmaktır. Ayasofya, sadece bir yapı değil, insanlığın ortak sembollerinden biridir — tıpkı Gotik katedraller gibi, ama onlardan çok daha fazlasıdır.
Ayasofya’nın Doğuşu: Ritüelin Mekâna Dönüşümü
Ayasofya, Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından 537 yılında inşa ettirildi. Yani Gotik sanatın ortaya çıkışından yaklaşık altı yüzyıl önce. Ancak antropolojik olarak baktığımızda, onun Gotik yapılarda da görülen bir ruhu taşıdığını söylemek yanlış olmaz.
Ayasofya’nın kubbesi, tıpkı Gotik katedrallerin sivri kemerleri gibi, insanın Tanrı’ya ulaşma arzusunun mimari ifadesidir. Bu anlamda, Ayasofya bir ritüel mekânıdır: hem Hristiyan dünyasının dualarına hem de daha sonra İslam toplumunun ibadetlerine ev sahipliği yapmıştır. Her dua, mekânın taşlarına kazınmış bir kültürel katman gibidir.
Bir antropolog için bu, “mimari süreklilik” kavramının en etkileyici örneklerinden biridir. Farklı inanç sistemleri, aynı yapının içinde kendi sembollerini yaratmış, ama bir öncekini yok etmemiştir. Bu da Ayasofya’yı yalnızca dini değil, kültürel bir ortak alan haline getirir.
Gotik Ruh ve Bizans Zihniyeti
Gotik mimari, Avrupa’da 12. yüzyıldan itibaren yükselen bir inanç estetiğidir. Sivri kemerler, uçan payandalar, vitray pencereler — hepsi göğe uzanan bir ruhsal dinamizmin ürünüdür. Oysa Ayasofya’da yükselen kubbe, göğe doğru değil, göğü yeryüzüne indirir gibidir. Bu, Bizans’ın tanrısal düzen anlayışıyla ilgilidir: insan, Tanrı’ya yaklaşmak yerine Tanrı’nın huzurunda bulunur.
Antropolojik açıdan bu fark, iki farklı dünya görüşünü temsil eder. Gotik katedraller “yükseliş ritüelleri”nin sembolleriyken, Ayasofya “birlik ritüeli”nin merkezidir. Birinde birey, ilahi olana ulaşmak için çabalar; diğerinde, ilahi olan zaten bireyin çevresindedir.
Bu açıdan bakıldığında Ayasofya Gotik değildir — ama Gotik sanatın da taşıdığı insanlık deneyimiyle benzer bir evrensel duyguyu yansıtır: kutsal olanla temas kurma arzusu.
Topluluk Yapısı ve Kimliklerin İç İçe Geçişi
Ayasofya, sadece bir inanç mekânı değil, bir topluluk sahnesidir. Bizans döneminde imparatorun taç giyme törenleri burada yapılırdı. Osmanlı döneminde ise aynı mekân, Cuma selamlıklarına, dualara ve dini eğitimlere ev sahipliği yaptı. Bu dönüşüm, antropolojik açıdan “ritüelin sürekliliği” olarak adlandırılır: topluluk değişir, ama ritüelin anlamı kalır.
Her dönemde insanlar Ayasofya’ya bir aidiyet duygusuyla girmiştir. Hristiyanlar için Tanrı’nın evi, Müslümanlar için ilahi kudretin bir sembolü, modern insan için ise kültürel kimliğin ortak mirası olmuştur. Bu çeşitlilik, Ayasofya’yı Gotik yapılardan farklı ama benzer şekilde bir “kolektif hafıza yapısı” haline getirir.
Ayasofya ve Sembollerin Ekonomisi
Her kültür, sembollerle düşünür. Ayasofya’nın mozaikleri, sütunları ve kubbesi, hem Bizans’ın politik gücünü hem de dini inancını temsil eder. Tıpkı Gotik katedrallerin yükselen kuleleri gibi, Ayasofya da gücün ve inancın bir ekonomik göstergesidir.
Bizans İmparatorluğu’nun en pahalı inşaat projesi olan bu yapı, sadece Tanrı’ya değil, imparatorluğun zenginliğine ve birliğine de bir “gösterge yatırımıydı.” Bugün de Ayasofya’nın statüsü üzerine yapılan tartışmalar, bu sembolik ekonominin modern bir uzantısıdır: her karar, kimliklerin, inançların ve kültürlerin ekonomi-politik yansımalarını taşır.
Ayasofya Gotik mi? Sorusunun Antropolojik Anlamı
Teknik olarak Ayasofya Gotik değildir; çünkü Gotik sanat, yüzyıllar sonra Batı Avrupa’da doğmuştur. Ancak antropolojik olarak, Ayasofya Gotik’in temsil ettiği duygusal ve kültürel arayışın öncülüdür. Her iki mimari tarz da insanın kutsal olanla kurduğu ilişkiyi mekâna dönüştürür.
Ayasofya, kültürel çeşitliliğin somut bir metaforudur: Bizans’ın aklı, Osmanlı’nın ruhu, modern dünyanın mirası tek bir kubbenin altında buluşur. Bu birleşim, insanlığın kültürel evriminde ritüellerin ve sembollerin sürekliliğini gösterir.
Sonuç: Kutsalın Evrensel Dili
Ayasofya’nın taşlarında hem Doğu’nun hem Batı’nın sesi yankılanır. Bu yönüyle o, Gotik olmasa da Gotik ruhun kardeşidir: insanın Tanrı’ya, topluma ve kendine ulaşma çabasının sembolü.
Bu soruya cevap ararken asıl mesele “Ayasofya Gotik mi?” değil, “Ayasofya bize ne söylüyor?” olmalıdır. Çünkü her toplum, kutsal mekânlarıyla kimliğini anlatır. Ayasofya da bu kimliğin en güçlü ifadesidir — geçmişin, bugünün ve geleceğin insanlık ritüellerinin sessiz tanığı olarak.